08 Ocak 2007
Bir anne olarak yaşadığım onsekiz yılımı saymazsak, son yedi yılımı çocuk ve gençlerle ilgili çalışarak geçirdim. İlk yıllarda çocukların uzlaşma becerileri, öfke denetimleri, anlaşmazlıkların çözümünde barışçıl yöntemleri benimsemeleri, adalet kavramını anlamaları ve haklara saygıyı öğrenmeleri (moda terimiyle akranlar arası şiddet) konusunu çalıştım. Ateşli Silahlar ve Kesici Aletler Kanununa ve ilgili yönetmeliklerine muhalefet ettim. Yasa tasarıları hazırladım, öneriler geliştirdim. Silah ruhsatı alanlara zorunlu sigorta şartı getirilmesini önerdiğimde, bu iyi fikir bundan iyi para kazanırız diyen emniyet mensuplarına rastladım. Oyuncak silah kavramının oyuncak yönetmeliğinden çıkartılarak ruhsata bağlanmasında emeğim büyüktür. Silah lobisiyle kapıştım, tehditler aldım. Toplum içinde rastgele havaya ateş açanlara MAGANDA lakabı takılmasında da katkım olmuştur. Dışişleri Bakanlığı AGİT Daire Başkanlığı’nın danışmanı statüsünde ve bir Vakfın yöneticisi olarak Birleşmiş Milletler’in silahsızlanma toplantılarına katıldım, ülkeyi uluslararası platformlarda temsil ettim. Ateşli Silahların Dolaşımı hakkında Ülke Alternatif Raporunu yazdım ve Birleşmiş Milletler’e sundum. Bu çalışmalarda hep gençlerin hukukun üstünlüğünü kabul etmelerini ve empatiyi öğrenmelerini hedefledim. Çocuklar arasında şiddet olmamalıydı. Haftalık köşe yazılarımda çocuğa “şiddet uygulama” öğretisini verebilmek için samimi olmamız gerektiğini, evde ve okulda çocuğa şiddet uygularsak, çocuğu istismar edersek çocuklara bu öğretilerimizde başarılı olamayacağımızı vurguladım. Çalışmalarımda medya hep yanımdaydı ve olmazsa olmaz şekilde milletvekilleriyle ve kamu personeliyle işbirliği yaptım. Yedi yılın ikinci döneminde bu defa tamamen gönüllü olarak çocuk hakları üzerine çalışmalarım aynı tempoda ve aynı standartta yürüdü. Ben kimmişim de ...
Şimdi Meclis’te akranlar arası şiddeti araştıran bir araştırma komisyonu kuruldu. Uzmanlar, akranlar arası şiddeti çocuklara soruyorlar ve araştırıyorlar. Yapılan ilk çalışma nasıl tespit edildiği ilan edilmeyen 1.060 okullu çocuk örneklemle Milli Eğitim Bakanlığı’ndan geldi. Çocuklara sormuşlar ve;
Ailelerin %54.9’u koruyucu, %31.5’i demokratik, %10.8’i otoriter.
Öğrencilerin %91.5’i televizyon izliyor, %71’i radyo dinliyor, %81.6’sı yazılı yayın (ağırlıklı olarak magazin, spor ve oyun dergileri) okuyor.
Öğrencilerin %43.8’i 1-2 saat/gün, %20.4’ü 3-4 saat/gün, %30.01’i 1 saatten az/gün televizyon seyrediyor.
İlköğretim çağındaki çocuklar dizi, müzik, eğlence programları ile şiddet içeren aksiyon filmlerini izliyor. Orta öğretimde ise listeye dini programlar da giriyor(muş).
Öğrencilerin %44.6’sı evde, %25.8’i okulda, %17’si komşuda ve %12.5’i internet kafede internet ile buluşuyormuş.
Öğrenciler medyanın şiddeti körüklediğini düşünüyor(muş).
Bu araştırma hakkında soru işaretleri var kafamda tabii. Bu araştırmadan hareketle çocuklar arası şiddettin sorumlusu olarak medyayı ve çocukların eline kumandayı veren aileleri sorumlu tutmalıyız görüşü dayatılmakta. Buna hiçbir türlü katılmıyorum. Bu tarz sonucu önceden biçilmiş araştırmaların hiç birisine rağbet etmiyorum. Neden mi?
Özellikle son dönemde, şiddet, istismar, cinsel istismar, cinsel sömürü konularında nihayet ortaya çıkabilen olgularda sebep olarak gözler medyaya çevrildi. Medya gerçekten, çocukların eğitiminde olması gerek anne-baba eğitimi ve ardından öğretmen eğitimi çizgisinin ortasında yer aldı. İletişimde üst düzey seviyelere gelinmesi bir yandan sevindirici olurken ve hayatın gerçeğiyken, diğer yandan çocukları olumsuz etkilediği görüşünü uyandırdı. Nispeten varlıklı ve psikoloğa para ayırabilen ailelerle çalışmaya alışmış uzmanların kağıt üzerindeki, “çocuklar ebeveyn gözetiminde televizyon seyretmeli, internete girmeli” ideal söylemi, artık sabah 08:30 akşam 18:30 mesai sistemi ile çalışan, mesaiye gidiş geliş en az günde iki saat harcayan anne-baba ve yarım gün okula giden çocuklardan ibaret çekirdek aile ortamında, günlük yaşamda pek de uygulanabilir bir gerçek olmaktan yaşam koşulları nedeniyle çıktı. Uzmanlar, çocuğun eline kumanda vermeyen (öğreten değil yasaklayan) aileleri ideal aile olarak gösteremektedirler.
Özellikle çocukların cinsel istismarı ve cinsel sömürüsü konuşulduğunda, medyada yer bulan magazin programlarındaki ve dizilerdeki sosyal yaşamı ve ihtişamı özleyen, sosyal yoksulluk yaşayan çocuklarda sokağa kaçma ve akabinde çocuk pornosu ve fuhuşu sektörlerinde obje olarak kullanılmaları gerçeği doğrudur. Ancak, azımsanmayacak olguda çocuğa yönelik cinsel istismarın ve sömürünün aile içinden ya da yakın çevreden geldiği unutulmamalıdır. Diğer taraftan özellikle internet aracılığıyla çocuklar belli bir bilinçle, şantaj ve tehditle fuhuşa, pornoya ve uyuşturucuya itilmektedirler. Bazı insanlar okul kapılarını bu nedenle mesken tutmuşlardır. Bunların organize suçlar olduğunu belirtmeliyiz. Çocukların medyadan önce emniyet birimlerince suç şebekelerinden ve çocuklarını cinsel açıdan sömüren ailelerden, korumaları görevini yerine getirmeleri gereklidir. Emniyet birimleri suçu önleme çalışmalarına ağırlık vermelidir.
Ara not : Sokak Çocukları Rehabilitasyon Derneği’nin çatısında yönettiğim bir proje kapsamında kurduğumuz Çocuk Destek Hattına gelen çocuk pornosu ihbarları emniyet birimlerine 2006 yılı içerisinde sürekli iletilmiş, basın ayağa kaldırılmış, milletvekillerine telkinde bulunulmuştur. Polisin son dönemde çocuk pornosu suçlarına ağırlık vermesi işte bu etkin proje yönetimi ve ekip çalışmasıyla mümkün olabilmiştir. Burada, bir yıl içerisinde elektronik ortamdakiler hariç 638 adet yazılı basın bülteni hazırlayarak, bunları basına iletmeme yardımcı olan Sabah Gazetesi kökenli okullu iletişimci arkadaşım Zeynep’e çok teşekkür etmek boynumun borcudur. Kendisi yarım zamanlı olarak yani yılda 130 gün çalışmış ve birlikte günde ortalama 5 basın bülteni performansı göstermişizdir. Başarı büyüktür, gençlere ders olmuştur diye umuyorum.
Çocuklar arası şiddet problemimizde medya ve aile harici suçluları sıralamaya devam edelim.
Dünyada bugün, kız çocukların erken yaşta evlendirilmeleri ve erken yaşta gebelik yaşamaları cinsel istismar olarak kabul edilmekteyken, toplumumuzda var olan çocuğun cinsel sağlık ve üreme sağlığı haklarını ihlal eden gelenek ve göreneklerden korunmalarına yönelik çalışmalar yapılmasına acil ihtiyaç vardır. Çocuk istismarı neredeyse bir kültür halini almıştır, çocuklar birey olarak değil ailenin parçası olarak görülmektedirler. Toplumun hiç bir kesimi çocukların hakları olduğuna dair bilgi sahibi değildir, Birleşmiş Milletler’in Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’ni hiç duymamışlardır. Toplumun bu konuda bilinçlendirilmesi ile hukuken Sosyal Hizmetler görevlendirilmiştir. Sosyal Hizmetler, sivil toplumu dışlar tutumlar sergilemektedir ve bu görevinin yerine getirilmesinde topu sivil topluma atmakta ve başarısızlığını sivil toplumun başarısızlığı olarak lanse etmektedir.
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ve dahi Milli Eğitim Bakanlığı çocuklar kadar ailelerin eğitimini gerçekleştirmelidirler. Başarılı olduklarını söyleyemem. Standartlarının olmadığını, yeterli uzmanlarının da bulunmadığını hepimiz biliyoruz. O zaman topu başkasına atmaktan yani ana babaları ve medyayı suçlamaktan başka çare yoktur.
Bunlara kanmayalım ve gerçek sorumluları göreve davet etmekten bıkmayalım.
Yorumlar