07 Ocak 2008
Rotterdam’lı Erasmus Rönesansla birlikte ortaya çıkan hümanizm akımının yaratıcılarından ve en büyük temsilcilerinden biri olarak bilinir. Yaşadığı dönemde Papalığın düşünceler üzerinde kurduğu hegamonyaya karşı çıkmasıyla tanınan Erasmus, bugünkü orta öğrenime denk bir eğitimin ardından dini makamlardan “cübbe giymeme” izni alarak kendisini bilime adamıştır. Çarpıcı görüşlerinden olan, “güzel sanatların ve bilimlerin yayılması, Avrupa’nın ortak bir sanat ve bilim anlayışının çatısı altında birleşmesi, hümanizmin birinci koşuludur” söylemi, Avrupa Birliği’nin gösterilen kuruluş nedenidir.
Peki, bizde durum nedir? Hangi açıdan? Hümanizm açısından.
Geçmişinde bir Mevlana, bir Pir Sultan Abdal olan ülkemizde hümanizm bilinci günümüze kadar maalesef geliştirilememiştir. Aslen, demokrasinin ruhunda hümanizm bulunmakla birlikte yurttaşlık bilincinin altında hümanist bilincin yattığı anlaşılamamıştır. Demokrasimizle ne yapmak istediğimize karar verirken öncelikle insanın değerli olduğu fikrine kendimizi alıştırmalıyız. İnsana sadece insan olmasından dolayı değil yurttaş olması nedeniyle de saygı duymamız gerektiğini öğrenmeliyiz. Ortak yurttaşlık arenasının dışında farklı farklı olduğumuzu bilmeli ve buna saygı duymalıyız. Farklılıklar arasında uzlaşma olmasını beklememeliyiz. Çünkü uzlaşmanın doğasında geri atılması gereken adımlar vardır. Kim neden geri adım atmalıdır? Kimse düşüncesi, kültürü, etnik kökeni, dini ve dili farklı olduğu için geri adım atmak zorunda bırakılmamalı ve kimin gücü kimin gücüne yeterse “aydın” zihniyetinden hemen vazgeçilmelidir. Ülkemizde “aydın” geçinen bir kesimin milliyetçiliği kafatasçılık olarak anlatması, farklılıkların kabul edilmesi değil farklılıkların yok edilmesi anlamına gelmekte ve insanımızı işte teröre ve terörle mücadeleye itmektedir.
Böyle bir kaos ortamda, terörle mücadele eden Mehmet’ler hakkında ileri geri konuşanlar son Diyarbakır katliamından sonra suskun kalmayı kendinden menkul görevlerinin gereği bilmişlerdir. Kim bilir?
İşin arsız yönü ise bu kişilerin hem Rönesans’a, hem çocuk haklarına hem de Mevlana ve Pir Sultan Abdal’a olan göstermelik bağlılıklarıdır.
Benim değerlendirmem ise şöyledir. Bu sefer Diyarbakır’da polise taş atmaya itilen çocuklar gözaltına alınmış ve salıverilmiş değillerdir. Dershaneden çıkmakta olan çocuk ve gençler katledilmiştir.
O gün neden bunları yazmıyorsunuz diye sitem edenlere atıfta bulunmak zorunda kalmak içimi sızlatmışken ve bana hiçbir şekilde “haklıyım” mutluluğu vermemişken, kaybettiğimiz gençlerimizin hangi etnik kökenden oldukları birilerini mutlaka rahatsız etmeli ve koşulsuz inançlarından geri adım atmalarına zemin hazırlamalıdır diye düşünüyorum. İşte ben milliyetçiliğin böylesine kafatasçılık diyorum.
Günümüzde bir yurttaş olarak Rönesans’ı özlüyorsam, hiçbir ileri analize veya durum tespitine gerek duyulmadan, çocuklarımızın haklarının ihlal edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni iç hukuk normlarına ama öyle ama böyle çevirmiş olmamız gerçeğinin varlığında artık işin yurttaşlara düştüğünü anlatmaya gerek var mı?
Kurumların işleyişleri ve sundukları hizmetler değişecek, gelişecek. Bundan kaçış yok. Talep etmeye devam. Ama bu kurumlara çocukları mahkum edenler yurttaşlık mertebesine kalben erişmemiş insanlar değiller mi?
Tekrar edeyim, ben insan değil yurttaş seviyorum. Çocukların yaşama hakkına saygısı olanları...
Yorumlar